Bir dini inanca sahip olmanın çekiciliği, bireyin inanmayı ve gereklerini yerine getirmeyi seçmiş olduğu inanç sisteminden edindiği (veya edindiğini düşündüğü) kazanımlardan gelir. Dini inançların kökeni ise insanın evrimsel süreçte gelişen beyninin, doğada gözlemleyip anlam veremediği olgulardan doğan korkularına yine kendi hayal gücünün yardımıyla ürettiği cevaplara dayanır. Sosyal bir canlı olan insan, mensup olduğu topluluk düzeyinde de çeşitli korkular yaşamış; bunları denetim altına alabilmek için de yine doğaüstü açıklamalara başvurmuştur. Bu bağlamda, özellikle de toplu halde gerçekleştirilen ritüeller nedeniyle geçmişte önemli bir kullanım alanı bulmuş olan doğaüstü inanç sistemleri, zamanla çok daha baskılayıcı bir güce sahip olan örgütlü dinlere dönüşerek bugüne kadar süregelmişlerdir.
Bireysel özgürlüklerin sınırlı, toplumsal baskıların ise bir o kadar güçlü olduğu az gelişmiş toplumlarda, bireyin destek olarak arkasına aldığını hissettiği kişilerin sayısı ve gücü, onun için önemli bir kazanım olabilir. Böylesi toplumlarda yaşam mücadelesi de ağır olacağı için güven ve hayatta kalma uğraşı, diğer her şeyin üstünde yer alacaktır. Sonuçta da toplumdaki baskın akım her neyse, yani kalabalığın savunduğu fikir veya inanç hangi yönelimdeyse; insanların çocukluk döneminden itibaren bu akımlara rağbet etmesi, dahası bilinçli olarak da buna sürekli özendirilmesi kaçınılmazdır. Bu, kökleri biyolojik ve düşünsel evrimimize dayanan doğal bir güdüdür. Fakat bilindiği gibi, doğada hiçbir canlının yaşam koşulları aynı kalmaz. Sorulması gereken soru şudur: Bu “kalabalığı arkasına alma ve gruptan kopmama” güdüsü, insan türünün bugüne kadar hayatta kalmasını sağlamış olan en önemli özelliklerinden birisini; yani “gözlemlediklerini sorgulama ve kanıt arama arzusunu” köreltiyorsa, gerçekten de bir kazanım mıdır? Burada Gandhi’nin ünlü sözünü hatırlamak yerinde olur: “Tek kişilik azınlık bile olsan, gerçek hala gerçektir.”
Şartlar değişiyor…
Toplumdan dışlanma kaygısı her ne kadar hakim gücünü koruyor olsa da, artık bilimin popülerleştiği ve bilgiye ulaşmanın eskisine göre çok daha kolay hale geldiği bir çağda yaşıyoruz. İnsanlar artık doğal afet ve hastalıkların tanrıların gazabı olmadığını biliyor; ortaya atılan iddiaların doğruluğunu rahatlıkla araştırabiliyor; merak ettiği konuları sorgulayıp bilgi edinebileceği kaynaklara ulaşabiliyor. Kısaca doğada “anlam veremediği” olguların sayısı gitgide azalıyor. En azından birçok insan için bu böyle… Dolayısıyla doğaüstü açıklamalara dayalı köhne dini inançlar, yavaş da olsa bir körelme sürecine girmiş bulunuyor. Sorgulayan ve edindiği verileri harmanlayan; yani destekçileri ile değil, kendi fikirleriyle var olmayı seçen insanlar artıyor. Nitekim bunun gerçek kazanımları da artıyor. Düşünsel tutarlılığını ve doğruluğunu korumak isteyenlerin sayısındaki bu artış, her geçen gün daha da umut verici hale geliyor.
Baskı unsurlarının farkına varmak…
Fakat bütün bu olumlu gelişmeler, ürkütücü bir muhafazakarlaşma sürecinin yaşandığı ülkemizde yine de gruptan kopmama güdüsünü yok etmeye yetmeyebiliyor; yetse bile sonuçlarına katlanmak her zaman o kadar kolay olmayabiliyor.
Bizler, toplumda yaşayan ateist* ve agnostikler olarak, çoğunluğun seçtiği dine (ve dahası, hiçbir doğaüstü açıklamaya) inanmadığımız, üstelik bir de onları eleştirdiğimiz; ortak dini (ve dolayısıyla da toplumsal) ritüellere iştirak etmediğimiz için haksızca yargılanabiliyoruz. Üstelik sadece sessizce yargılanmakla kalmıyor; hem psikolojik, hem de fiziksel şiddete maruz kalma tehlikesi ile karşılaşabiliyoruz. Doğal olgular hakkında bilimsel ve felsefi dayanağı olan fikirlere sahip olduğumuz için inançlı kişiler tarafından yanlış anlaşılabiliyoruz. Ateizm kavramını çoğu zaman çarpık bir ön yargı sistemiyle yargılayan ve karşısındaki kişiyi sırf inançsız olduğu için tanımak dahi istemeyen bir kalabalıkla mücadele etmemiz gerekiyor. Ahlaksızlıkla, tüm insani değerlerin yıkılmasını istemekle, yanlış yöne sapmış olmak ve dini bütün “iyi” insanları da doğru yoldan saptırmaya çalışmakla, şeytana ya da putlara tapmak gibi daha da ilgisiz yönelimlere sahip olmakla suçlanabiliyoruz. Hatta bunun fitili, zaman zaman bizzat ülkeyi yöneten siyasetçiler tarafından ateşleniyor. Halka bir “makbul olmayan vatandaş” örneği olarak sunuluyor, aşağılanıyor ve hatta nefret suçu sayılması gereken şiddet eylemlerine hedef gösteriliyoruz. Bu yargıların yersiz, haksız ve her şeyden öte ayrımcılık yaratan nitelikte olmaları da çoğu zaman bir fark yaratmıyor.
Değer verilen insanların sevgi ve güvenini kaybetme endişesi, bu baskı unsurlarından belki de en basit ve zararsız gibi görüneni olmakla birlikte, aslında en güçlüsü. Örneğin bir annenin, biricik evladının cehenneme gideceğine inanması veya sırf inançsız olduğu için onun kötü bir insan olduğunu düşünüp kahrolması, kuşkusuz her iki taraf için de zor koşullar yaratan bir durum. Bir dine inanmadığı için sürekli olarak davranışları ve fikirleri sorgulanan, yargılanan, inanmadığı bir şeye inanmaya zorlanan, dini ritülellere katılma baskısı yaşatılan, hatta bazen bunlara iştirak etmek istemediği için cezalandırılan bir birey; kendisini güvende hissetmesi gereken aile ortamında dahi dışlanmışlık ve düşmanlık hissedebiliyor. Ailesine ve sevdiklerine karşı dürüst olabilse bile, bu sefer de bir diğer toplumsal gereklilik olan profesyonel hayatında sorun yaşayabiliyor.
Bu ve benzeri örneklerin sayısı artırılabilir; farklı ortamlarda daha da başka risklerle karşılaşılması da muhtemeldir. Ayrıca bu durum herkes için aynı düzeyde ve biçimde gerçekleşmeyebilir de. Ancak açıkça ortada olan bir şey var ki o da şu: Toplumda kendilerini halen bir azınlık olarak hisseden ateist/agnostikler, uygun koşulları bulamadıkları takdirde, var olan bütün bu baskı unsurları nedeniyle gerçek kimlikleriyle ortaya çıkmaktan; yani kendileriyle ilgili bu çok önemli bilgiyi dile getirmekten kaçınmayı tercih edebiliyor. Bunca baskıya maruz kalan bir ateist, bazen ortada hiçbir risk bulunmasa bile, artık girdiği her ortamda benliğinin ve düşünsel kimliğinin bu çok önemli parçasını gizlemeyi alışkanlık haline getirip, toplumda bir hayalet olarak yaşamayı kanıksayabiliyor. Öyle ki, bir süre sonra bu maskeyi takarak geliştirdiği her ilişkinin koca bir yalan üzerine kurulu olduğunu bile idrak edemeyecek kadar kendisine (ve sevdiklerine) yabancılaşabiliyor.
Peki, ne yapmalıyız?
Özgür Düşünce Hareketi olarak, en başta baskılayıcı unsurların kaynağı olan toplumsal ön yargıların kırılması ve maske takmanın yarattığı bütün olumsuz etkilerin yok edilmesi adına; ateist/agnostiklerin saklandıkları yerden çıkmaları gerektiğini savunuyoruz. Çünkü ortaya çıkmazsanız, sizi kimse gerçekten göremez.
Fakat bunu yaparken, mevcut koşulları akıllıca değerlendirmenin de bir o kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyoruz. Bu değerlendirme, kişinin kendi değer terazilerine bağlıdır ve yukarıda kısaca değinilen baskı unsurları, terazinin ayarlarını bozmuş olabilir. Ayarları düzeltirken, yaşam kalitemizi ciddi ölçüde düşürecek gereksiz risklere girmek şüphesiz anlamsızdır. Bu ortaya çıkış eylemine en değer verdiğimiz insanlarla başlamamız iyi bir ilk adım olabilir. Kendimizle ilgili böylesine önemli bir bilgiyi onlardan saklamanın ne kendimize, ne de onlara karşı dürüst bir davranış olmayabileceğini göz önünde bulundurmamız gerekir.
Ön yargıları nasıl kıracağız?
Aslında her şey, çok basit bir gerçeğin fark edilmesinde yatıyor: İnsanlar, bilmedikleri ve anlayamadıkları şeylerden dolayı kendilerini tehdit altında hissedebilir. Çoğu dindar kişi için dinsizlik, tam da böyle bir bilinmeyendir ve sözünü ettiğimiz türden ön yargılar yaratabilir. Ateistlerle ilgili böylesi olumsuz ve hatalı ön yargıları zihnine yerleştirmiş olan bir kişi, onları haksız çıkaracak bir örnekle karşılaşana kadar da aynı tutumu sürdürmeyi tercih edecektir. Ama bu kişi, hayatında değerli bir yere sahip olan birinin dinsiz olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında, dinsizleri hedef alan her hakaretin ve söylemin de aslında bizzat bu insana yöneltildiğini fark edecektir; ne de olsa karşısında tanıdığı, sevdiği, saygı duyduğu ve hatta belki de örnek aldığı bir kişi vardır. “Ateist” kelimesi artık karanlık bir gizemi değil, aşina olunan bir insanı tanımlar hale gelecektir. Özetle ön yargıların yok olmasını istiyorsak, bunu sağlamanın en sağlıklı ve etkili yolu “ortaya çıkmak” olacaktır.
Sakin ama mantıksal tutarlılığa sahip bir üslup gözetilerek yapılan fikir tartışmaları, tarafların kendi düşüncelerini sorgulamasını sağlar ve her ikisi için de kazanımlıdır. Örneğin doğaüstü bir güce neden inanmadığımızı veya dinleri neden sorguladığımızı insanlara anlatmak ve konuşmayı karşılıklı bir fikir alışverişi halinde devam ettirmek; onların bizim bakış açımızı anlamaları açısından faydalıdır. Bu arada biz de, karşımızdaki insanın kendi inançlarını gerçekte nelere dayandırdığını öğrenmiş olur, akılcı ve bilimsel bir konuşma üslubuyla tartışmalarımızı yürütürken kendi zihnimizdeki fikirleri de tekrar tartma fırsatı buluruz.
Koşullarımızı kendimiz yaratalım!
Maskeleri bir kenara bırakmak sadece önemli değil, gereklidir de. İnançlarımızı hangi sebeple terk etmiş olursak olalım, hepimizin ortaya çıkmasındaki başlıca etken, buna elverişli koşulları bulabilmiş olmamızdır. Ortaya çıkmamızın bir diğer önemli kazanımı tam da bu; yani sosyal ortamı kendisinden farklı düşünen insanlarla çevrili olan her ateiste/agnostiğe gönderdiğimiz “yalnız ve/ya yanlış değilsin” mesajıdır. İnsanlara, kendileriyle aynı dili konuşan ve ortak duyguları paylaşan kişilerden meydana gelen güvenli bir ortam hazırlamak; dayanışma gösteren bir topluluk inşa etmek; böylesi bir ortamı oluşturmaya emek harcamak; ve hepsinden önemlisi, dini inanca sahip olmaksızın da anlamlı ve mutlu hayatlar sürdürülebileceğinin canlı örnekleri olmak; belki de başkalarına yapacağımız en büyük iyiliktir.
Kendimizi başkalarına tanıtırken benliğimizin böylesine önemli bir gerçeğini perdelememiz ve yakınlarımızla bile sahte bir maske arkasından konuşmaya devam etmemiz sadece bizi değil, bizimle benzer durumdaki insanları da olumsuz yönde etkileyebilir. Ortaya çıkma cesareti gösterenlerin sayısı arttıkça ve bu yolla toplumdaki ön yargılar kırıldıkça, saklanmayı seçen her ateist için de bir ortaya çıkma umudu doğmuş olacaktır.
Övünülecek çok şeyimiz var!
Bir insanın dünyadan elde ettiği verilerden ne tür çıkarımlar yaptığı ve bunların ışığında kendisine nasıl bir bakış açısı geliştirdiği önemlidir. Dolayısıyla neye inanıp neye inanmadığı, yaşam ve ölüm gibi olgulara nasıl yaklaştığı, eylemlerini veya ahlaki değerlerini yönlendiren etkenlerin neler olduğu vb. hususlar önemlidir. Merak duygusunu canlı tutarak kendisine sunulan verileri sorgulamak ve kanıta dayalı cevaplar aramak, buradan hareket ederek de her türlü akılcı düşünceyi ve mantıksal çıkarımı yok sayan dini dogmaları reddetmek; insan denen canlının en doğal ve övgüyü hak eden özelliklerinden birisidir. Bu özelliğin saklanması değil, haklı değerine kavuşturulması gerekir. Sadece bu bile, ateistlerin ortaya çıkmasını savunmak için yeterlidir.
Bu yüzden gelin artık saklanmayalım! Bu değerlerimizi, göğsümüzü gere gere açığa vuralım. Üstelik bunu sadece kendimiz için değil, ortaya çıkmaya korkan herkes için yapalım. Bu çağrı, sesimizin ulaştığı her ateiste/agnostiğe bir umut ışığı ve davet mesajı olsun!
Özgür Düşünce Hareketi – Aralık, 2012
İşte bunun için size minik bir başlangıç önerisi: Dünyada ve ülkenizde kaç tane ateist olduğunu görmek, daha önemlisi “ben de varım” demek için Atheist Cencus projesine katılabilirsiniz. Bunun için sadece birkaç soruya cevap vermeniz yeterli. Ama unutmayın ki sayılar önemli olsa da, esas önemli olan gerçek hayatta ortaya çıkmaktır.
* Yazıda geçen ateist kelimesi, hiçbir ilaha, tanrıya ve doğaüstü yaratıcıya inanmayan tüm dinsizleri kapsamaktadır.
2 thoughts on “Ateistler! Yalnız ve yanlış değilsiniz!”